Albert Einstein, Güney Almanya'nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Küçük bir elektrokimya fabrikasının sahibi olan babası başarılı bir iş adamı değildi. Annesinin dünyası müzikti; özellikle Beethoven'in piyano parçalarını çalmak en büyük tutkusuydu.
Aile Musevî kökenliydi, ama dinsel bağnazlıktan uzak, açık görüşlü, kültürel etkinliklerle zengin bir yaşam içindeydi. Ne var ki, çocuğun ilk yıllardaki gelişmesi kaygı vericiydi. Özellikle konuşmadaki gecikmesi aileyi telaşa düşürmüştü.
Albert, içine kapanıktı; çocukların arasına katılmaktan, oyun oynamaktan
hoşlanmıyordu. Okulu sıkıcı buluyor, ezbere dayanan eğitim disiplinine
katlanamıyordu. "Gimnazyum"da geçen orta öğrenimi mutsuz ve başarısızdı.
Mühendis amcasının özel ilgisi olmasaydı, belki de öğrenimden tümüyle
kopacaktı. Amca, yeğene cebir ve geometriyi sevdirdi. Geometri özellikle
Albert'i bir tür büyülemişti.
Einstein, yıllar sonra amcasına borcunu şöyle dile getirir:
"Çocukluğumda yaşadığım iki önemli olayı unutamam. Biri, beş yaşımda iken
amcamın armağanı pusulada bulduğum gizem; diğeri on iki yaşımda iken
tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu geometrinin büyüsüne girmeyen
bir kimsenin ilerdi kuramsal bilimde parlak bir atılım yapabileceği hiç
beklenmemelidir!"Einstein, yüksek öğrenimini güç koşullara göğüs gererek Zürih Teknik
Üniversitesi'nde yapar. Mezun olduğunda iş bulmak sorunuyla karşılaşır.
Üniversitede asistanlık bir yana orta okul öğretmenliği bile bulamaz.
Sonunda bir okul arkadaşının yardımıyla Bern Patent Ofisi'nde sıradan bir
işe yerleşir; ama asıl dünyası olan bilimden kopmaz; çok geçmeden büyüsü
bugün de süren devrimsel atılımlarıyla yaratıcı dehasını kanıtlar. 1905'te
Annalen der Physik dergisinde yayımlanan üç çalışmasının her
biri, fizik tarihinde bir dönüm noktası sayılabilecek nitelikteydi.
Bunlardan biri, şimdi "fotoelektrik etki" dediğimiz bir olaya ilişkindi.
Newton, ışığı tanecikler akımı, kimi bilim adamları ise dalga devinimi
diye nitelemişti. Aslında ışığın davranışını açıklamada iki kuramın
birbirine bir üstünlüğü yoktu; ancak, Newton'un adı parçacık kuramına bir
tür ağırlık sağlamaktaydı.
Ne var ki, 19. yüzyılın başlarında
Young'la başlayan, Fresnel ve daha sonra Faraday ve Maxwell'in çalışmalarıyla pekişen deneyler dalga kuramına belirgin bir
üstünlük sağlamıştı. Einstein'ın fotoelektrik çalışması bu gelişmeyi bir
bakıma tersine çevirmekle kalmaz, Planck'ın 1900'de ortaya sürdüğü kuantum
teorisini de çarpıcı bir biçimde doğrular.
Daha az bilinen ikinci çalışma "Brown devinimi" denen bir olayı açıklıyordu. 1850'lerde İngiliz botanikçisi Robert
Brown, mikroskopla polenleri incelerken, taneciklerin su içinde
gelişigüzel sıçramalarla devinim içinde olduğunu gözlemlemişti. Ancak bu
gözlem 1905'e dek açıklamasız kalır.
Einstein'ın bugün de geçerliliğini koruyan açıklaması oldukça basittir:
Son derece hafif olan polenlerin ani kımıltıları, su moleküllerinin
çarpmalarıyla oluşuyordu. Gerçi molekül kavramı yeni değildi; ancak en
güçlü mikroskop altında bile görülemeyecek kadar küçük olan moleküllerin
varlığı ilk kez bu açıklamayla kanıtlanmış oluyordu.
Yüzyılımızın başında Ernst Mach gibi kimi seçkin fizikçilerin bile
gözlemsel kanıt yokluğu gerekçesiyle atom teorisine uzak durdukları
bilinmektedir. Öyle ki, bu olumsuz tutum, gazların kinetik teorisinin
kurucusu Boltzman'ı intihara sürükleyecek kadar ileri gitmişti.
Einstein'ın açıklaması, bu tutuma son vermekle fiziğin içine düştüğü bir
tıkanıklığı giderir.
1905'in bilim
dünyasına yeni bir ufuk açan üçüncü ve en önemli çalışması, Özel
Görecelik (Special Relativity) kuramıdır. Bu kuram,
Einstein'ın genç yaşında kendini gösteren bir merakına dayanır. Daha on dört
yaşında iken Einstein, "Bir ışık ışınına binmiş olsaydım, dünya bana
nasıl görünürdü, acaba?" diye sormuştu.
19. yüzyılın sonlarında ışığın
hızına ilişkin Michelson-Morley deneyi, bu merakı derinleştiren bir
sorun ortaya koymuştu: Ses ve başka dalga olaylarının, tersine ışık
hızının referans sistemine görecel olmayışı! Saatte 100 km hızla
ilerleyen bir lokomotifin, iki istasyon arasında düdük çaldığını
düşünelim. Sesin ön ve arka istasyonlara değişik hızlarla ulaşacağını
biliyoruz: Öndeki istasyona normal ses hızından saatte 100 km daha
fazla, arkada kalan istasyona ise saatte 100 km daha yavaş bir hızla
ulaşır. Oysa trendeki insanlar için sesin hızında bir değişiklik yoktur;
ön ve arka uçlara normal hızıyla aynı anda ulaşır. Sesin hızı
gözlemcinin hızına göreceldir.
Işığa gelince Michelson Morley deneyleri, ışığın öyle davranmadığını
göstermekteydi. Işık kaynağı ile gözlemcinin birbirine görecel
hareketlerine ne olursa olsun ışık hızında bir değişiklik
gözlemlenmemekteydi. Bu beklenmeyen bir sonuçtu; çünkü, sesin hava aracılığıyla yayıldığı gibi, ışığın da "esir" denen
gizemli bir ortam aracılığıyla yayıldığı ve gözlemcinin hareketine bağlı
olduğu sanılıyordu. Esir gözlemlenebilir bir nesne değildi; ama öyle bir kavram
olmaksızın optik olgular nasıl açıklanabilirdi? Kaldı ki, Maxwell'in elektromanyetik teorisi de esir türünden bir ortam varsayımına
dayanıyordu.
Einstein'ın getirdiği çözüm, deney sonuçlarını yansıtan şu iki temel
ilkeyi içermektedir.
1) Doğa yasaları ivmesiz hareket
eden tüm sistemler için aynıdır;
2)
Işığın hızı, kaynağına göre hareket halinde olsun veya olmasın, her
gözlemci için aynıdır.
Özel
Görecelik Kuramı'nın öncüllerini oluşturan bu iki temel ilke, yeterince
anlaşılmadıkça, Einstein devrimini kavramaya olanak yoktur. Kuramın
içerdiği tüm önermeler, bu öncüllerin mantıksal sonuçlarıdır. Aslında
deneysel nitelikte olan bu iki ilkenin yol açtığı kuramsal devrim, ilk
bakışta şaşırtıcı görünebilir. Ama sonuçlarına bakıldığında şaşkınlık,
yerini büyük bir hayranlığa bırakmaktadır.
Sonuçlardan biri, bir gözlemciye
bağıl olarak nesnelerin hareketleri yönünde uzunluklarının kısaldığı,
kütlelerinin arttığı öndeyişidir. Örneğin, bir topu ışık hızına yakın
(yakın, çünkü kurama göre ışık hızını yakalamaya ve aşmaya olanak
yoktur) bir hızla uzaya fırlattığımızı varsayalım: Hareket dışındaki bir
gözlemci için top bir tepsi gibi yassılaşırken, kütlesi büyük ölçüde
artar. Hızı kesildiğinde top, önceki biçim ve kütlesine döner.
Kurama göre hızı ışık hızına erişen
bir nesnenin oylumu sıfır, kütlesi sonsuz olur. Ancak öyle bir şey
düşünülemeyeceğinden, hiçbir nesnenin ışık hızıyla hareketi beklenemez.
Başka bir deyişle, kütle eyleme direnç demek olduğundan, kütlenin
sonsuzlaşması hareketin yok olması demektir.
Daha az şaşırtıcı olmayan bir sonuç
da, zamanın görecelliği. Örneğin, birbirine tam ayarlı iki saatten
birini çok hızlı bir roketle uzaya yolladığımızı düşünelim. Bu saatin
yerdeki saate göre daha yavaş çalıştığı görülecektir. Roket saniyede
yaklaşık 260,000 km hızla yol alıyorsa, yerdeki saatin yelkovanı iki tam
dönüş yaptığında roketteki saatin yelkovanı ancak bir tam dönüş
yapacaktır. Oysa rokette bulunan gözlemci için öyle bir yavaşlama söz
konusu değildir; saat normal hızıyla çalışmaktadır. Ne var ki, bu kişi
dünyaya döndüğünde kendisini karşılayan ikiz kardeşini daha yaşlanmış
bulacaktır.
Kuramdan matematiksel olarak çıkan bu sonuçlar daha sonra deneysel
olarak doğrulanmıştır.
Kuramın belki de en önemli (atom bombası nedeniyle en çok bilinen) bir
sonucu da madde ve enerji eşdeğerliliğine ilişkin denklemdir:
E=mc2(Denklemde E enerji, m kütle, c ışık hızı olarak
kullanılmıştır).
Başlangıçta bu ilişkinin önemi
yeterince kavranmamıştı. Einstein'ın denklemi içeren yazısını
yayımlamakta güçlükle karşılaştığını biliyoruz. Oysa küçük bir kütlenin
büyük bir enerji demek olduğunu ortaya koyan bu denklem yıldızların (bu
arada Güneş'in) ışığı nasıl ürettiğini de açıklamaktaydı.
Kuramın evren anlayışımız yönünden de kimi sonuçları olmuştur. Bunlar
arasında en önemlisi, hiç kuşkusuz uzay ve zaman kavramlarını
birleştiren dört boyutlu uzay zaman kavramıdır.
Özel Görecelik kuramı düzgün doğrusal (ivmesiz) hareket eden
sistemlerle sınırlıydı. Einstein'ın 1915'te ortaya koyduğu Genel
Görecelik kuramı ise birbirine göre hızlanan veya yavaşlayan (yani
ivmeli hareket eden) sistemleri de kapsıyordu. Öyle ki, birinci kuramı,
kapsamı daha geniş ikinci kuramın özel bir hali sayabiliriz.
Özel Görecelik,
Newton'un mekanik yasalarını değiştirmişti. Genel Görecelik daha ileri
giderek "gravitasyon" kavramına yeni ve değişik bir içerik
getirmekteydi. Klasik mekanikte gravitasyon, kütlesel nesneler arasında
çekim gücü olarak algılanmıştı. Buna göre, örneğin bir gezegeni
yörüngesinde tutan şey, kütlesi daha büyük Güneş'in çekim gücüydü.
Oysa, Genel Görecelik kuramına göre,
gezegenleri yörüngelerinde tutan şey Güneş'in çekim gücü değil,
yörüngelerin yer aldığı uzay kesiminin Güneş'in kütlesel etkisinde
oluşan kavisli yapısıdır. Öyle bir uzay yapısında, nesnelerin başka
türlü hareketine fiziksel olanak yoktur. Genel kuram, ayrıca gravitasyon
ile eylemsizlik ilkesini "gravitasyon alanı" adı altında tek kavramda
birleştiriyordu.
Bu noktada Einstein'ın, Maxwell'in "elektromanyetik alan" kavramından
esinlendiği söylenebilir. Nitekim tanınmış bilim tarihçisi I.B. Cohen'in
bir anısı bunu doğrulamaktadır: "Ölümünden iki hafta önce Einstein'ı
ziyarete gitmiştim. Sekreter beni çalışma odasına aldı. İki duvar
döşemeden tavana kitaplıktı. Bir duvar geniş penceresiyle bahçeye
bakıyordu; diğerinde iki tablo asılıydı: Elektromanyetik teorinin
kurucuları Faraday ile Maxwell'in portreleri!
Genel Görecelik kuramının tüm mantıksal yetkinliğine karşın, hemen benimsenmesi
bir yana anlaşılması bile kolay olmamıştır. Eddington'a, "kuramı
yalnızca üç kişinin anlayabildiği söyleniyor, doğru mu?" diye
sorulduğunda, ünlü astrofizikçi bir an duraklar, sonra "üçüncü kişinin
kim olduğunu düşünüyordum." der.
Bir kez, Özel kuramın tersine Genel
kuram, fizikte çözümü istenen herhangi bir soruna yönelik bir arayışın
ürünü değildi. Sonra, kuramı doğrulayan gözlemsel bir kanıt henüz ortada
yoktu; üstelik, 1915'in teknolojik olanakları kuramın deneysel
yoklanması için yeterli değildi. Kuramın öndeyilerinden yalnızca biri
yoklanmaya elveriyordu; ancak içinde bulunulan savaş koşulları bunu da
güçleştirmekteydi.
Einstein, kuramından öylesine emindi ki, deneysel yoklamada ortaya
çıkacak olumsuz herhangi bir sonucu kuramın yanlışlığı için yeterli
sayacağını bildirmekten kaçınmıyordu.
Olgusal yoklanmaya elveren öndeyi şuydu: kuram doğruysa, Güneş'in
gravitasyon alanından geçen bir ışık ışınının, eğrilmesi gerekirdi. Bu
etkiyi gündüz aydınlığında belirlemeğe olanak olmadığı için, Güneş'in
tutulmasını beklemekten başka çare yoktu.
Astronomlar Güneş'in 1919
Mayıs'ında tutulacağını, gözlem bakımından en uygun yerin Afrika'nın
batısında Prens Adası olabileceğini bildirmişlerdi. Eddington'un
önderliğinde bir grup bilim adamının gerçekleştirdiği gözlem ve ölçmeler
öndeyiyi doğrulamaktaydı. Sonuç İngiliz Kraliyet Bilim Akademisi
tarafından açıklanır açıklanmaz bilim dünyası bir tür büyülenir;
Einstein, Newton düzeyinde bir yücelik simgesine dönüşür.
Kuram daha sonra başka gözlemlerle
de doğrulanmıştır. Bunlardan biri açıklanmasında klasik mekaniğin
yetersiz kaldığı bir olaya (Merkür gezegeninin perihelisinin kaymasına),
bir diğeri, Güneş (ve diğer yıldız) atomlarının saçtığı ışığın frekans
düşüklüğü nedeniyle spektral çizgilerin spektrumun kırmızı ucuna doğru
kayması olayına ilişkindir.
Özel
Görecelik kuramı gibi Genel Görecelik kuramının da ilk bakışta çelişik
görünen ilginç sonuçları vardır. Örneğin, kurama göre, evren büyüklük
bakımından sonlu ama sınırsızdır. Gene kuram evrenin giderek ya
büyümekte ya da küçülmekte olduğunu içermektedir (Nitekim yıldız
kümeleri üzerindeki gözlemler evrenin büyümekte olduğunu
göstermiştir).
Einstein, bu kuramıyla da yetinmez; yaşamının son otuz yılını daha da
kapsamlı bir kuram oluşturma çabasıyla geçirdi. Evrende olup bitenleri
bir tek ilke altında açıklamak, insanoğlunun, kökü klasik çağa inen
değişmez bir arayışıdır. Thales tüm varlığı suya, Pythogoras sayıya indirgeyerek açıklamaya
çalışmıştı.
Modern çağda Oersted, Faraday ve
Maxwell'in elektrik ve manyetik güçleri özdeşleştirme yoluna
gittiklerini görüyoruz. Einstein'ın da ömür boyu süren düşü buna
yönelikti: Doğanın tüm güçlerini (gravitasyon, elektrik, manyetizma,
vb.) "birleşik alanlar" dediği temel bir ilkeye bağlamak. Bu düşün
gerçekleştiği söylenemez belki; ama Einstein, çağdaş fiziğin egemen
akımı dışında kalma pahasına, umudundan hiçbir zaman vazgeçmez. Evrenin
nedensel düzenliliği onda bir tür dinsel inançtı. "Seçeneğim kalmasa,
doğa yasalarına bağlı olmayan bir evren düşünebilirim belki; ama doğa
yasalarının istatistiksel olduğu görüşüne asla katılamam. Tanrı, zar
atarak iş görmez!" diyordu.
Kuantum
mekaniğini yetersiz ve geçici sayan çağımızın (belki de tüm çağların) en
büyük bilim dehası, kendi yolunda "yalnız" bir yolcuydu; çocukluğa özgü
saf ve yalın merakı, evren karşısında derin hayret ve tükenmez
coşkusuyla ilerleyen bir yolcu!
diğeri on iki yaşındayken tanıştığım Öklit geometrisi. Gençliğinde bu
geometrinin büyüsüne kapılmayan bir kimsenin, ileride kuramsal bilimde
parlak bir atılım yapabileceği hiç beklenmemelidir!" sözleri ile
açıklamıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder